9 Ağustos 2008 Cumartesi

SESIM KISILIYOR, HÜZNÜME SAHIP ÇIK EY TALIB! /DÜCANE CÜNDİOĞLU

Yokluktan mı geliyoruz? Elbette. Elbette yok olduğumuz, hiç olduğumuz bir zamanı vardı(r) herbirimizin. Bütün kainatın.
Olduğumuz ve olacağımız bir zamanın sahipleriyiz; var veya yok olduğumuz/olacağımız bir zamanın...
Ne büyük bir muammadır varoluş toprağımızın 'ademiyet'le yoğrulması. Ademiyetle, yani hiçlik ve yokluk'la...
"Hiçten hiç çıkar" derler. Derler sadece. Böyle derler. Hep derler.
Hiçten çıkan biziz oysa. Ademiyetten gelen. Geçmişinde yokluğu barındıran. Tek tek. Hiçiz. Hiçten çıkan 'hiç'ler.
Hiçtik. Yine hiç olacağız. Bunda kuşku yok.
Varlık, bize, burada, bu arada, bir 'an' için, göz kırptı diye mi varlık iddia edeceğiz?
Arsızca.
Sırf bu yüzden mi "bir hiç iken varolduk" diyeceğiz?
Varlığın kokusunu duyduk bir kere. Doğru. Sadece bir kere ve bir an. Bir kereliğine ve bir anlığına...
Dilemmanın doğuşu bir kerelik ve bir anlık değil mi zâten: varız ve yokuz; hem varız, hem yokuz.
Sözümü laftır deyu yabana atma ey talib! Mücerred edebiyat değil bu, bilakis edeb. Hem te'dib, hem teeddüb!
Sen varlığın kokusuyla ser-hoş olanların sözüne kulak ver: ne var, ne yokuz.
* * *
Ayrılık adam eder insanı.
Ademiyetten âdemiyete ermenin sırrı ayrılıktadır. Adam (âdem) oluş hem ayrılık yüzündendir, hem de onun sâyesindedir.
Konya'nın Celâleddini de şikâyet etmez mi ayrılıktan?
Eder elbette. Hem de ağlaya ağlaya... Ney gibi: ez cüdayiha şikayet mikoned...
* * *
Önce rahimden ayrılış.
Evvelâ ana rahminden ayrılır insan. İstemeye istemeye gözlerini dünyaya açar. Ağlayarak.
Cennetini kaybetmiştir; dizlerini karnına çekerek büzüldüğü cenneti... hatırlayabildiği yegâne cenneti...
Işığa alışır... ve gürültüye...
Sonra memeden ayrılış...
Sonra da kucaktan...
Varoluşunu sürdürebilmesi için, rahimden ayrılması gerekenin yaşayacağı ayrılıklar hiç bitmez.
Neye alıştıysa ondan ayrılmak zorundadır insan!
Evden de ayrılacaktır; belki okul için, belki aş için... yani iş için... tabii ki bir de eş için...
Evden, yani anneden... rahminden, memesinden, kucağından... Hep gurbet. bütünüyle gurbet.
Bütün niçin'ler bir tek amaç içindir: adam olmak için!
Adam olmak için ayrılır insan. Hep gariptir, olmak zorundadır. Ayrılamazsa, ayrılmayı beceremezse hastalanır. Bütünlüğünü kuramaz. Yarım kalır.
Travma dedikleri budur işte. Ayrılışın şiddetiyle dağılıp savrulmaktır travma.
* * *
İnsan inançlarından da ayrılır; düşüncelerinden de, hayallerinden de...
Hatta geçmişinden... tarihinden... ait olduğu çevreden veya toplumdan...
Hepsinden de önemlisi: kendinden...
Bütün ayrılışlar, gerçekte, bir "kendinden ayrılış"tır.
Hep seni arar ben. Sen'i, yani anne'yi... yani şefkat ve rahmeti... Hep kadını...
Bir de onu. O'nu, yani baba'yı... yani kudret ve himayeyi... Hep erkeği...
Sen kadın'dır. O ise erkek. Aranan kadındır, beklenen erkek.
Peki ben? Yani arayan ve bekleyen? Kimim ben? Neyim?
* * *
Hüznüme sahip çık ey talib!
Her ayrılışta bir parçanı bırakırsın, bir parçanı ise koparır alırsın; en büyük parçanı... seni sen yapacak parçanı... hakikatini...
Ayrılamazsan, ayrılmayı bilmez, bilemezsen, hakikatsiz kalırsın. Yarım kalırsın.
* * *
İnsanlığın trajedisi, anneden (anne şefkatinden) mahrum erkek çocuklarının trajedisidir aslında.
Bir de babadan (babanın himayesinden) mahrum kız çocuklarının...
"Derd bu, peki devası ne?" diye soruyorsun.
Söyleyeyim: Mahrumiyetler kemalat tevlîd eder, yani insanı olgunlaştıran, kemâle erdiren yoksunluklarıdır. Yokluk ve yoksunluksa Varlığın cilvelerindendir.
İmdi, unutma ey talib, cilve ile tecelli kelimeleri aynı köktendir.
02 Ağustos 2008 Cumartesi/
Yeni Şafak

5 Mayıs 2008 Pazartesi

CEMİL MERİÇ’İN ‘BU ÜLKE’ SİNDEN

Bu Ülke'den pasajlar-Kime yazıyorsun bu mektubu? Elinde hiçbir adres yok. Domuzlar kutsal kitaplarla beslenmez.
-Mabetler her çağda ziyaretçisiz kalmış। Tefekkür Sina'sı metruk bir manastır. Kimin için yaratacaksın? İnsanlar ışığa, hayata, sonsuza düşman. Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil.

-Köleler ehramlarda yaşıyor। Istırap taş olmuş.

-Rüyalarında bir Musa yaratıyordu Michelangelo ve zamanı mermere hapsediyordu. Ruhunu işliyordu maddeye: coşkunluklarını, emellerini, vecitlerini işliyordu.

-Yaratmak yabancılaşmaktır. Yaratılan bir başkası. Yaratmak yok olmaktır; ya yaşayacak, ya yaratacaksın. Ebediyet, hazin bir teselli mükâfatı.

***

-Balçığı mermer yapan, zilletin yıldırımı. Ama balçık, mermerden daha yumuşak, daha sıcak, daha insan: Âdem ile Havvâ'nın ham maddesi. Fâni olduğu için güzel.

-Ölümsüzleşmek milyonlarca budalanın dudağında tebessümleşmek ve binlerce yıl anlaşılmadan tekrarlanmak, kirlenmek, genelleşmek. Ebediyet, cehennemin ta kendisi.

***

-Zekâ rüzgârda unutulan mum, bencillik fânûs. Senin fânusun yok. Ve şuurun hasta bir hayvanın korkularını aksettiren kırık bir ayna.

***
-Havârilerini yaratmayan İsa'nın yeri tımarhanedir, tarih değil. Muhammed'in ilk mucizesi: Hatice-t-ül kübrâ.
***
-Arzudan tutuşan parmaklarınla dallara boşuna uzanma Tantal. Meyveleri koparamazsın. Hem böylesi daha iyi değil mi?
-O altın meyveler boyalı birer top. Serâbın büyüsü yok vâhada; rüyası muhteşem suyun, kendisi değil.

-Fildişi kule, dâvâsız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi. Ama her mücahit o tekkede silâh kuşanır. Bir zindan değil, bir liman.
***
-Itır gülün sesi, ışık sonsuzun. Geceleri ölüm konuşur karanlıklarda.
***
-“İsrail oğulları arz-ı mev'ud'a geldikleri zaman, karşılarında Jeriko'yu buldular”, diyor Tevrat. Aşılmaz duvarları ile düşman bir ülke idi Jeriko. O duvarları ilâhiler yıktı; ilâhiler, yani ses.
-Gandi'nin sesi de zulmün duvarlarını devirmedi mi? Bana öyle geliyor ki, ak saçlı Arya çobanları Tanrılara bu sesle yalvarmışlardı; Vedalar bu sesle okunur, Upanişatlar bu sesle fısıldanırdı. Britanya adalarında kurt sürüleri dolaşırken, Himalaya dorukları bu sesle ürpermişti. Bu seste bütün Hint var; bütün Hint, hattâ bütün insanlık. Berrak, telaşsız, sakin ama İsrafil'in sûru kadar heybetli.

***

-Önce sükût vardı; kelâm değil. “Tanrı sükûttur” diyor bir Hint bilgesi. Söz, ki sonsuz arasında çırpınış. Hayat gibi sıcak ve dost. Kutupların sessizliğinden bana ne?

***

-Kamûs, bir umman. A'makında inciler gülümser. Kimi bir sevgili göğsünde parlayacak, kimi bir tâcidar alnında, kimi sedef mahfazasında unutulacak. Kamûs bir umman, dualar uğuldar derinliklerinde, destanlar coşar. Şair bu sesleri duyan ve duyuran.

-Münakaşa eden iki insan, aynı graniti yontan iki heykeltıraş, hakikati arayan yol arkadaşı। Hedefi, tahrip değil, terkiptir bu kavganın. Mağlubun muzaffer olduğu tek yarış.

Yanıldığını kabul etmek, yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir: parçadan bütüne, karanlıktan aydınlığa geçiş.

-Arzın kaderini değiştirenler, kaderlerinden utananlardır.Zilletten kurtulmak için Sezarlaşılır. Taç, yüz karasını pırıltılarla gizlediği için kutsal.

***

-Kılavuzların sesi çılgın kahkahalar arasında boğulmuş. Nutku tutulmuş aklın. Zincir sesleri, kadeh şakırtıları, heyheyler. Ve uçuruma doğru ilerleyen kafile.
Manu, bir başına tırmanmış dağa. Nuh'un gemisine tek insan binmiş. Sodom'da kalmış Lut'un ümmeti.

***
-Kâbusa, geceye, uçuruma koşan kafileler. Bu cihanşümûl hâilyei ibret aynasından seyredemezsin. Devran, çoktan parçaladı aynayı. Sen de kafilenin içindesin: kafanla, etinle, çocuklarınla. Dostlarını çağıracağın arz-ı mevud nerede?

***

-Sen düşüncelerin bulutlaştığını bilir misin? Bulutlaşır, cıvıklaşır, katranlaşır. Tedailer zikzak çizer boyuna. Kafatasında musîkisi biter kelimelerin, uğultu başlar, şuuraltının veya şuursuzluğun uğultusu. Hayat, uyku ile uyuşukluk arasına rakseder. Tehlikeye düşen vücut için, şuur bir safradır. Külçe gibi, leş gibi yaşamak da yaşamaktır. Zekânın sürekli isyanlarından bîzar olan madde, bu şımarık, bu geveze, bu mütecessis meşaleyi bir üfleyişle söndürür. Cinnet maddenin zaferi.

***

-Spinoza, “Havaya fırlatılan taş konuşabilseydi kendi arzusu ile yola çıktığını söylerdi”, diyor. Kasırgalı bir denizde çalkalanan sal bizden daha hür. Hangi limana yöneleceğiz? Riyazet kalesi metrûk bir harabe. Büyükler masal söyleyip uykuya dalmış Hayyam'a göre, ama onun sunduğu kadeh de köpük dolu değil mi? Eflatun'u sokaktaki adamdan ayıran: üslup.

-Dâhi, bahtiyar tedaileri olan adam. Tedailere istikamet veren saikler sonsuz… Kapanan bir kapı, açılan pencere, müziç bir korna, gazetede okunan bir haber, havanın açık veya kapalı oluşu… hepsi irademizin dışında. Düşüncelerini dilediği ülkelere kanatlandırmak kimin haddi? Her şaheser mesut bir tesadüfün çocuğu, yani babası meçhul bir piç.

***

-Âsaf'ın manzum bir tekerlemesini hatırlıyorum: “Seni görmesem Buda olurdum, seni gördüm budala oldum.” “On binlerce Buda gelmiş dünyaya” diyor, “biz yalnız sonuncusunu tanıyoruz.” Tanıyor muyuz acaba? Tarihçilerin üzerinde anlaştığı tek hakikat var mı? Kimine göre, bir ömür boyu dünya nimetlerini hor gören Buda, nefis bir domuz kızartmasını tıka basa atıştırdığı için göçüp gitmiş… İnanacak mıyız? Kahramanların çamurlaştığını görmek, sokaktaki adam için buruk bir teselli.

-Tabiatın dev'e tahammülü yok. Ermişler bile kurtulamamış sitem oklarından. Çağımız, delileri sevimleştirdiği için Dosto'ya tutkun. Cinnetle cinayet sanatın konusu olunca bir nevi meşruiyet kazanıyor.

-Zerdüşt'ten beri hangi muammayı çözebildik? Halâ çöller kadar susuzuz hakikate, yalana, hayat ve ölüme. İnsanlık daima daha kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk.

***

-Üç hücreli bir mahpesteyiz: ütopya, mit, ideoloji. Dışarda bir deli haykırıyor: “Hakikati söyle!” Hangi hakikati?

-Her mâbut, bir devrin hakikatiydi. Deva'lar dev oldular. Ahuramazda öldü, Zeus nerede?
İnsan, ormanda unutulan çocuk, yalan zırhı. Yalan hürriyete açılan kapı. Yalan, kaygıların bittiği liman.

-Samson'un gücü saçlarındaydı, esirlerin gücü yalanlarında. Tarih yalan söyler, şiir yalan.
Geçen'i, değişen'i yazıya veya sese kalbetmek, yalanlaştırmak değil mi? Dudaklarımdan çıkarken öyle düşünüyordum. Gülümsediniz. Şuurun durgun gölü dalgalandı. Göl, artık o göl değil. Her yeni oluş'u nasıl kelimeleştirebilirim? Duygular kuşlardan ürkek.
Bana hakikati değil, kendini ver. Kendini, yani rüyanı. Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil. Zaten nasıl olduğunu, ne olduğunu biliyor musun? Her yalan bir yaratış.
Hakikat, kaderin imzasız mektubu.

***

-Mezar taşlarında şiir okumak, güzel; taşlar ayakta dinler sizi. Çölde vaaz etmek mutluluk! Kumlar perestişle ürperir.

***

-Çıplak, sevimsiz, uçsuz bucaksız bir dağ: zaman. Kıracaksın onu, heykelleştireceksin. Kaos'u beşerîleştiren: insan; insan, yani sanatkâr. Hayat, herkesin yaşadığı, kimsenin yaşamaktan hoşlanmadığı komedya. İnsan, hayalleriyle Tanrı. Goethe, bunun için hatıralarına “Şiir ve Hakikat” adını vermiş.

-Breton'lar ummanın derinliklerine gömülü bir beldeden yükselen çan sesleri duyarlarmış zaman zaman. “Benim içimde de böyle bir şehir var.” diyor Renan. “Ama aradaki yarım asır, uzaktan gelen sesleri boğuklaştırıyor.”

-Kim maziyi değiştirmeden anlatabilir ki? Kelimeleşmeyen “zevk-i tahattur”, bir rüya kadar soluk ve fâni. Ama yaşayan insanla, hatırlayan insan aynı mı?

-Klasisizm müeddepdir, “ben”i teşhir etmez. Günâh rahip önünde çıkarılır, okuyucu yatak odalarına sokulmaz. Edebiyat pazarı, Rousseau'dan beri kirli çamaşırlarla dolu. Ne kazandık?

-Otobiyografileri hep şüpheyle karşılarım. En masumları ihtiyar nâzeninler gibi aşırı bir tuvaletle çıkar tarih karşısına. Talleyrand doğru söylüyor galiba: “Dilin görevi hakikati gizlemektir.”

-Sartre, “Kelimeler”de bir yarı-Tanrının veya bir hükümdarın çocukluğunu anlatan ücretli bir vakanüvis. Her dokunduğunu çirkinleştiriyor. Bu felâketten kurtulabilen yalnız kitaplar. Kendisi de ancak okuma öğrendikten sonra sevimleşiyor.

***

-Kendimizi tanımak… Ruhumuzun mahzenlerinde bizden habersiz yaşayan bir alay misafir var. Berhanenin bazen bir, bazen birkaç odası aydınlık. Işık binanın üst katlarında. Kendini tanımak. Kendini, yani eriyeni, dağılanı, dumanlaşanı. Sen acıların, utançların, zilletlerinle aynısın. Rüyaların, hayallerin dileklerinle bir başkası.

-Gideceksin. Tanrılar bile rolünü bitiren aktörler gibi kâh birer birer, kâh hep beraber çekiliyor bu sahneden. Senin zavallı gölgen zaman perdesine belki bir kere bile aksetmeden, oyuna katılmaya bir kukla gibi unutulup gidecek.

***

-Hayat bir abesler cangılı. Kimi mukaddes abeslerin, kimi mülevves. İnsanın tek hürriyeti kendini aldatmak. Hiçbir zafer umulanı getirmez, hiçbir bozgun mutlak değildir.
Her mücahidin iki çehresi var: Don Kişot ve Sezar Borjiya. Sezar, tarihin en büyük şaheseri, Machiavelli'ye göre. Olaylar ve insanlarla oynayan yavuz bir satranç ustası; hem aslan, hem tilki. Kader, o büyük iradeyi bir tekmede yerle bir etti. Bir İtalyan sıtması graniti çamurlaştırdı.

-Önünde birçok yollar var. Politika bunlardan biri. Belki en aldatıcı olduğu için en câzibi. Mutlak’ın ve sonsuzun rüyası. Mukaddes bir abes. Bana sorarsan kütüphanene dön, yani kitap ol. Aydınlan ve aydınlat.

***

-Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderiliyi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından çok daha asil. İsrail peygamberlerinden beri lânetlenmiş bir maden, altın. Adı, tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıveriyor.

-Deli İbrahim, Osmanoğulları'nın en akıllısı. İnci balıklara atılmak için yaratılmış olmasaydı, denizlerde ne işi vardı?

-İnsanlar beyni fırlatıyor lâğıma. Süleyman'ın sofrası iltifatlarına muntazır, onlar kemik peşindeler. Venüs'e arkaları dönük, köpeklere sırıtıyorlar. Efsane yalan söylüyor: Sirse insanları domuzlaştırmamış, domuzları insanlaştırmış. Bunları tekrar ahıra sok Sirse!

***

-Yeşiller-Maviler kavgası Bizans'ın iliklerine işlemiş. Türk sarığı Romalı serpuşların yerini almadan bu tenperver sürünün Tanrısı: cokeydi. Hayvana kanat takan arabacı, topa tekme savuran şaşkının yanında haysiyet ve ciddiyettir. Bugünün ayaktakımı kahramana değil, maskaraya alkış tutuyor.

***

-Din, aşk, şiir… Boşlukta yuvarlanan insanın bir yıldıza attığı merdivenler. En yüce, en güzel, en ölümsüz taraflarını benliğinden koparıp bir mücerrede armağan eden insan, neden fakirleşsin? Boş kubbeleri sonsuzluğumuzla doldurmak, sonsuzlaştırmaktır. Tanrı beşerin en büyük keşfi.

-Mağarasında meçhul kuvvetlere yalvaran uzak ceddimiz, feza çağının zındığından daha mı az bahtiyardı? Hangi ilmî hakikat bir kabile dininin nass'larından daha sıcak, daha doyurucu? İnanmayanların, inananlara sataşmaları kıskançlıklarından. Mü'minlerin saadetini gölgeleyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalı.

***

-Sensiz giden trenler, ufuklarda kaybolan birer ümit
Nehir gibi akmıyor günler Heraklit Heraklit.
Zaman masal kuşlarına benziyor…
Abûs, kocaman, sâkit.
Ve geceleri
Alnında dolaşır biteviye
Kirli, soğuk pençeleri.
Yıldızları söndürmüş fırtına,
Batan gemidesin;
Senden ne kalacak yarına!
Kıyılardan imdat isteyen sensin...
CEMİL MERİÇ/ BU ÜLKE
İLETİŞİM YAYINLARI

8 Mart 2008 Cumartesi

FRİEDRİCH WİLHELM NİETZSCHE’NİN AFORİZMALARINDAN

İnançlar hakikat düşmanları olarak, yalanlardan daha tehlikelidir.

*

Hoşlanmadığımız bir düşünceyi öne sürdüğü zaman bir düşünürü daha sert eleştiririz. Oysa, bizi pohpohladığında onu daha sert eleştirmek uygun olacaktır.

*

Sahip olunması zorunlu tek şey var: Ya yaradılıştan ince bir ruhtur bu, ya da bilim ve sanatlar tarafından inceltilmiş bir ruh...

*

Tüm idealistler, hizmet ettikleri davaların her şeyden önce dünyanın tüm öteki davalarından üstün olduğunu düşünürler. Kendi davalarının biraz olsun başarılı olması için, bu davanın tüm öteki insan girişimlerine gerekli olan aynı pis kokulu gübreye açıkca, ihtiyacı olduğuna inanmak da istemezler.

*

Bir kez yürünmüş bir yola düşenlerin sayısı çoktur, hedefe ulaşan az …



*

Küçücük bağışlarla büyük mutluluklar kazanmak büyüklüğün bir ayrıcalığıdır.

*

İnsan, diğer insanlardan hiçbir şey istememeye, onlara hep vermeye alıştığı zaman, elinde olmadan soylu davranır.

*

Acıların bölüşülmesi değil, sevinçlerin bölüşülmesidir dostluğu yaratan ...

*
Bir şeyden hoşlanmaktan söz edilir, aslında doğrusu, bu şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır.

*

Kendinden hiç söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür.

*

Hakikatin temsilcisinin en az olduğu zaman, onu dile getirmenin tehlikeli olduğu zaman değil, can sıkıcı olduğu zamandır.

*

Doğa bize aldırmadığından, doğanın ortasında kendimizi öyle rahat hissederiz ki ...

*

Uygarlaşmış dünya ilişkilerinde herkes, hiç değilse bir konuda kendini başkalarından üstün hisseder. Genel iyiyüreklilik buna dayanır. Çünkü, durum elverirse herkes yardım edebilir, o halde bir utanç duymaksızın bir yardımı da kabul edebilir.

*

Yapacak çok şeyi olan insan inançlarını ve genel düşüncelerini hemen hemen hiç değiştirmeksizin korur. Aynı şekilde, bir ülkünün hizmetinde olan her insan ülkünün kendisine artık hiç kulak asmaz; onun buna zamanı yoktur. Demem şu ki, ülküsünün hala tartışılabilir olmasından yana olmak çıkarına aykırıdır.

*

İnsan dilediği kadar bilgisiyle şişinip dursun, dilediği kadar nesnel görünsün, boşuna ! Sonunda her zaman ancak kendi yaşam öyküsünü elde edecektir.

*

İnsanların tarih boyunca farkına vardıkları aşılmaz zorunluluk, bu zorunluluğun ne aşılmaz ne de zorunlu olduğudur.

*

Bugün artık kimse ölümcül hakikatlerden ölmüyor; çok fazla panzehir var.

*

Uygarlık tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz.

*

Sevilmiş olma isteği kendini beğenmişliklerin en büyüğüdür.

*

İnsanları şiddetle kendi üzerine çeken, bir oyunu her zaman kendi lehine çevirmiştir.

*

Çok düşünen ve uygulamalı düşünen, kendi maceralarını kolayca unutur, ama başından geçenlerin çağrıştırdığı düşünceleri hiç unutmaz.

*

Biri kendi düşüncesine bağlı kalır; çünkü ona kendi kendine ulaşmış olduğunu sanır. Öteki ise, onu zahmetle öğrendiği ve onu anlamış olmakla övündüğü için bağlıdır düşüncesine. Sonuç olarak, her ikisi de kendini beğenmişlik ...

*

İçine doldurulacak çok şey olduğu zaman, günün yüzlerce cebi vardır.

*

Bir düşmanla savaşarak yaşayan kişinin, düşmanını hayatta bırakmakta yararı vardır.

*

Açıklanmamış karanlık bir konu apaçık bir konudan daha önemli sanılır.

*

Sadece karşıtları can sıkıcı olmayı sürdürdükleri için, arada bir, bir davaya bağlı kalırız.

*

Bir insan kendini hep çok büyük işlere adadığında, onun başka bir yeteneğinin olmadığı pek görülmez.

*

Açıkça büyük amaçlar tasarlayan ve daha sonra bu amaçlar için oldukça yetersiz olduğunu gizlice kavrayıveren kimse, çoğu zaman bu amaçlardan vazgeçecek kadar da güçlü de değildir. İşte o zaman ikiyüzlülük kaçınılmazdır.

*

Gür ırmaklar kendileriyle birlikte bir çok çakıl ve çalı çırpıyı da sürükler; güçlü ruhlar da bir çok aptal ve mankafayı.

*

Bir insanın gerçekten ele almış olduğu düşünce özgürlüğü ile, onun tutkuları ve hatta arzuları da gizli gizli kendi üstünlüklerini göstereceklerini sanırlar.

*

Bir insan yoğun ve kılı kırk yararak düşündüğü zaman, sadece yüzü değil gövdesi de çekinceli bir havaya bürünür.

*

Ruh arayanda, hiç ruh yoktur.

*

İnsan yığınlarının davranış biçimlerini önceden kestirmek için, onların güç bir durumdan kendilerini kurtarmak için hiçbir zaman çok önemli bir çaba göstermediklerini kabul etmek gerekir.

*

İnsan kahkahalarla güldüğü zaman, kabalığı ile tüm hayvanları geride bırakır.

*

Eylem ve vicdan genellikle uyuşmazlar. Eylem, ağaçtan ham meyveleri toplamak isterken, vicdan onları gereğinden çok olgunlaşmaya bırakır, ta ki yere dökülüp ezilinceye kadar.

Aşk ve nefret kör değillerdir; ama kendileriyle birlikte taşıdıkları ateş yüzünden kör olmuşlardır.

*

İnsan hatasını bir başkasına itiraf ettiğinde unutur onu; ama çoğu kez öteki kişi bunu unutmaz.

*

Alev, başka şeyleri aydınlattığı kadar aydınlatmaz kendini. Bilge de böyledir.

*

Bir konu hakkında hazırlıksız sorguya çekildiğimizde, aklımıza gelen ilk düşünce çoğu zaman bizim kendi düşüncemiz değildir; ama bizim sınıfımıza, konumumuza ve soyumuza ait olan sıradan bir düşüncedir sadece. Öz düşünceler pek ender olarak su yüzüne çıkarlar.

*

Bizzat kendimizde olan bir değeri övdüğü, okşadığı zaman mucizeyi de, usdışını da kabul ederiz.
Yarı-bilim tam bilimden daha üstündür. O, sorunları olduklarından daha kolay görür ve bununla görüşünü daha anlaşılır, daha inandırıcı kılar.

*

Çok düşünen partici olmaya uygun değildir; o, parti arasında düşüncesini çok çabuk sızdırır.

*

Kötü belleğin iyi tarafı, aynı şeylerden bir çok kez, ilk kez gibi yararlanmaktır.

*

Bir kurbanın yoldaşı o kurbandan daha çok acı çeker.

KAYNAK: www.karakutu.com

19 Ocak 2008 Cumartesi

ENTROPİYE DAİR/ OĞUZ ATAY

Günlük / Oğuz ATAY
22 Haziran 1976


Eddington'u (The Nature of the Physical World) okuyorum. Yıllar önce
okumuş olduğum 'entropi' sorunu yine ilgimi çekti. Benjamin'in Kafka'yı
anlatırken, Eddington'un sözleriyle benzetme yapması ve entropi. Einstein'a
göre milyarlarca yıl sonra evren bir ısı ölümüyle karşılaşacak -maksimum
entropiye ulaşacak. Bize ne? denebilir. Kafka'nın dehşetinde entropiyi
sezmesinin payı var. Ayrıca insan yaşarken 'sezgi' ile bu, milyarlarca yıl
sonra olacak sıcak ölümün dehşetini duyabilir. Bence en korkuncu enerjinin her
noktada aynı olması; 'Dehumanization' denilen şey gerçekte bu olmalı.
Kafka'nın insanlarında gittikçe bir ilgisizlik, farksızlık başlar. Entropi
başlar yani. Kafka evrendeki keyfi unsurun (random element) artışını sezmiş
olmalı. Kafka'nın duyduğu dehşet, metafizik bir dehşet değildi yani. Son
derece düzenli görünen, ama aslında akıl dışı olan toplumda, gerçeküstü -ya da
dışı- keyfilikler yer alır. İnsanlar evrendeki başaşağı gidişin farkındadırlar
sanki; bu yüzden bir yere ulaşılamayacağını (olumlu bir yere) bilirler.
Aslında K. (romanların kahramanı) olumlu bir tiptir; ümitlidir, savaşır
kazanamayacağını bildiği halde. Bu, asil bir savaştır. Ümitsizliğe karşı
savaştır. Entropiye karşı savaştır. Kafka'nın karşısında olanlar, aslında onun
bu derin sezgisine karşı çıkıyorlar; yani bu sezgiye sahip olmadıkları için
onu yanlış yorumluyorlar.

Entropi, bireyler için sözkonusu bir yasa değil. Toplulukları yöneten
fizik yasalarda keyfiliğin zamanla artışına dayanıyor; buna göre bireyin
entropik sezgisi topluma karşı tepkileriyle gelişebilir bence. Gene Kafka buna
örnek. Böylece Kafka'nın bireyci olmadığı, evreni algılarken 'insanın
yalnızlığı ve Tanrı karşısında güçsüzlüğü' gibi yorumların tutarsızlığı ortaya
çıkıyor. Nitekim Dostoyevski de toplumla, özellikle kendi toplumuyla derinden
ilgili. (Bizim 'inteligentici' toplumla gerçek ilişki kurmayı nasıl farklı
yorumluyorlar.)

Evrenin düzeninde keyfi eleman zaman +ì'a doğru gittikçe arttığına
göre, geriye zamanın başlangıcına doğru gidildikçe entropinin azalması ve yok
olması gerekiyor. Yani her şeyin kesin ve belirli bir düzene bağlı olduğu bir
dönem vardı. Bu Tanrının varlığını kanıtlamak için kullanılmış bir zamanlar.
(Cennet ve Cennetten kovulma da aynı esasa bağlanabilir.) Fakat ihtimal
kanunları da başlangıca doğru gittikçe nasıl kesinlik kazanır? Yani bir zar
atılınca şeş gelmesi ihtimali 1/6'dan 1'e gidebilir mi? Olamaz. Bu kesinlik
taşır. +ì zamana doğru da 1/6 yerine nasıl 1/12 olmayacaksa geriye doğru da
değişemez. Fakat böyle olunca da bu ihtimal kanunlarına bağlı keyfilik nasıl
artar ya da azalır? Ya da biz bunun artıp azaldığını nasıl bilebiliriz?

KAYNAK: .epigraf.fisek.com.tr

12 Ocak 2008 Cumartesi

İŞİN ASLINI BİLEN KİM/ İSMET ÖZEL


İşin Aslını Bilen Kim?..



Bize hitaben bilmediğimiz yabancı dilde yazılmış bir mektup elimize ulaştığında yapacağımız iş, o yabancı dili bilen ve orada neler yazdığını kendi dilimizde (veya bildiğimiz herhangi bir dilde) bize aktaracak birini arayıp bulmaktır. Böyle bir durumda işin aslını bilenin, her iki dili de anlama yeterliğini gösteren olduğunu ister istemez kabul ederiz. Aldığımız mektup kendi dilimizde ama yabancı olduğumuz bir konuda veya üslûpta yazılmışsa, o zaman konuyu bilen, üslûba aşina bir kimseye başvurmak gereğini duyarız. Bu ikinci durumda da bilgisi bizim bilgimizi aşan kişi işin aslını bilen sayılır. Demek ki işin aslını bilen deyince yabancıyı yerli kılma başarısını göstereni, uzaktakini yakınlaştırmayı sağlayanı anlıyoruz. Yani işin aslı her zaman “bize bitişik” olandır.

Bir de düşünün ki, mektup sevgilimizden gelmiş olsun. Elimizdeki yazı ne kadar okunaksız, bahsedilen şeyler ne kadar karmaşık, imalar ne derecede netâmeli olursa olsun şifreyi çözdürmek için başka bir insan aramayız. En yakın arkadaşımıza bile gidip “ne diyor bu?” diye sormayız. Yanlış anlasak dahi en yakınımızdan bize ulaşan işaretin yorumunu kendimizden başkasının eline bırakmayız. Çünkü iki sevgili arasında “işin aslını bilen” ikisinden bir başkası olamaz. Olursa o ikisi sevgili olamaz.

İnsan teki olarak gözümüzü açtığımız kainat; dış dünya, zâhir dediğimiz vakıa belli ki bize gönderilmiş bir mektuptur. İnsanoğlu önce bu mektubun kendine hitaben yazılıp yazılmadığını anlamak zorunluluğu ve hatta zorluğu ile karşı karşıya kalır. İnsanları tâbi tutacağımız ilk sınıflama kendilerini kâinat mektubunun muhatabı sayanlar ve böyle bir hitaba bigâne kalanlar olmalıdır. Muhatap dediklerimiz, hangi kültür içinde olursa olsun havâss özellikleri taşırlar. Çünkü bunlar saymayı bildikleri için sayılmayı hak edenlerdir. Diğerleri, yani kendilerine seslenildiğinden habersiz kalanlar avamdır. Onlar sürüyle sürüklenirler.

Elbette, kâinat mektubundan haberdar olmakla işin aslı bilinmiş olmaz. İkinci sınıflamamız mektubun diline yabancı kalanlar ve bu dille ünsiyet kuranları içine alır. Dile yabancı kalan kim ise, dünyadaki hayatını dünyada tesis edilmiş uzlaşmalarla yürütenler arasına girer. Onlar mektubun tercümesini bekleyerek, bu tercümeye isnat ederek yaşar. Dille ünsiyet kuranları da bir mücahede bekler; çünkü mektubu anlamak her anlayanın ferdî mesuliyetini gerektirir.
Tasnifimizin üçüncüsü dile aşina olanların ikiye ayrımı yoluyla yapılır. Ferdî mesuliyetini kabul edenlerin bazıları, kendilerini aldıkları haberin çerçevesinde terbiye etmeye bırakmışlardır. Diğer bazıları ise ferdî mesuliyetlerini gitgide daha ferdî kalma yolunda yerine getireceklerine inandıklarından “konu” dışı kalırlar. Bir bakıma yaptığımız insan tasnifinin daireye, iç içe çemberlerden oluşan bir daireye benzediğini söyleyebiliriz. Dairenin merkezinde “aşk” vardır. İnsanlar uzaktan veya yakından gönlün etrafında dönerler. İşin aslını en iyi bilen işin içinde olandır.

Başlangıçtan bu yana insan etkinlikleri işin aslını bilmeye yönelmiş halde devam edegelmiştir. Sanatçılar, filozoflar, bilim adamları, yüzyıllar-binyıllar boyunca kâinat mektubunu okumayı bilen kişiler sayılarak toplum içinde yer sahibi oldular. Onların dile getirdiklerine bakarak insanlar kendilerine bir mektup gönderildiğinden haberdar oldu; insanlar bazen sanatın, felsefenin, bilimin verimleriyle kâinat mektubunun doğru anlaşıldığını, en azından bu yolda bir mesafe kat edildiğini kabul ettiler. Oysa kâinat kendini zâhir olarak sunuyor ve insanlara görünenden geçerek görünmeyene ulaşma imkânı olarak insanlara hitap ediyordu. Kâinat mektubunu okuma iddiasında bulunan sanatçı, filozof, bilim adamları, eserleriyle zâhire zâhir kattılar. Bilim, felsefe, sanat birer dünya kurarak kendi anlaşılma gereklerini kâinat mektubunun karşısına koydu. İnsan elinden çıkma bir işaretler silsilesi asıl işaretin yerini tutacak bütünlükleri temsil eder oldu. Bilim, kâinat mektubunun bilmediğimiz bir yabancı dilde yazıldığını varsayarak mektubu ancak küçük bir azınlığın anlayacağı bir insan diline tercüme etti. Felsefe kâinat mektubunda anlaşılmayan hususun konuya ilişkin olduğunu kabullenerek, mektuptan anlaşılabilir bir başka konu çıkarma girişiminde bulundu. Sanat ise kâinatın insanüstü üslûbunun ulaşılamazlığını görerek anlaşılmaya değer bir farklı insanî üslûp ortaya koydu. Böylece bilim bir dil kurdu, felsefe bir konu ortaya attı, sanat biçim geliştirdi.

İşin aslının zâhiri bâtınla irtibatlı kılmak suretiyle bilinebileceğini sâliklerine gösteren, yüzyıllar- binyıllar boyunca yalnızca din oldu. Din, kâinatın mektubuna bütün insanların teker teker muhatap olmaları yolunu açıyor; yaratılmış olanın yaratıcı ile olan irtibatının herhangi bir dolayımdan geçmesini öngörmüyordu. Kâinatın mektubu yalnızca bir hitap olarak kalabilecekse ve bir hitap olarak işlevini yerine getirebilecekse insandan bir dalganın yükselmesi, harekete geçmesi gereklidir. Böyle bir yükselişi, böyle bir atılışı bir başka insan, bir ayrı yapı, bir kurum insan adına ve insan lehine olarak üstlenemez. Yani sevgilinin yazdığı mektubun sevgili tarafından anlaşılmasından daha uygun bir yol bulunamaz. Zâhir ile bâtın arasındaki uyumu, var’la yok arasındaki ilişki tadılır kılabilir. Dinin teklif ettiği teslimiyet bütün yanılgıları aşarak görünenin ötesini gözlemleme yolunu açar. Yoksa teslimiyet dediğimiz kendi kendini zorunluluk içinde hoşnutsuzluk veren yanılgılara sırtını dönerek, gönüllü bir yanılgıya dalıvermek değildir.

Bilim, felsefe, sanat da insan için bir takıntı, kendi mevcudiyetinin bir dayatması olmadıkları yerde, yani kişioğlundan bâtınî bir dalganın yükselmesine hız kazandırdıkları ölçüde yararlı bir görev üstlenebilirler. Ne var ki bu yarar insan için ulaşılacak yer olduğunu hatırlatmakla sınırlıdır. Ulaşılacak yerin neresi olduğunu bildirme, gönül imkânının sahiciliğini tattırma gücü ve yumuşaklığı sadece din alanındadır.


(Tahrir Vazifeleri'nden)


KAYNAK: www.ismetozel.org

7 Ocak 2008 Pazartesi

NEYİN KAYBOLDUYSA KENDİN ARA İSMET ÖZEL

Nedir bu kaybolan nesnelerden alıp veremediğin diye soracak olursanız, size varoluşun anlamının kaybolanı aramada saklı olduğunu söyleyebilirim। İnsanoğlu yeryüzündeki uyanışına yaratılmış olduğunu farkederek varır. Ama iş burada bitmez, burada başlar. Çünkü yaratılmış olmayı kavramak aynı zamanda kişinin noksanını bilmesi demektir. Bu da bir arayışı gerektirir. Nedir noksan? Nasıl, neyle giderilir? Kaybolduğunu hissettiğimiz ister heybe olsun, isterse deve, arayış başlamıştır; büyük arayış. Hikayemizde devesini kaybeden bir adam var. Bu adam devesini ararken yüksek düzeyde anlayış yeteneğine sahip üç dervişe rast gelmiş. Üç müdrik diyelim onlara. “Devemi kaybettim” demiş dervişlere; “Onu siz gördünüz mü?” Dervişlerin ilki; “Bir gözü kör müydü devenin?” diye sormuş. Adam sevinçle “Evet!” diyerek cevaplamış bu soruyu. İkinci dervişin “Ön dişlerinden biri eksik miydi?” sorusu karşısında devesini kaybeden adam heyecanlanarak “Evet, evet” demiş. Dervişlerden üçüncüsü “Bir ayağı topal mıydı?” diye sorar sormaz “Evet, evet” cevabını yapıştırmış. “O halde” diye konuşmuş dervişler, “Sen deveni bizim geçtiğimiz güzergâh üzerinde ararsan iyi edersin, onu bu yolda bulma ümidi vardır.” Kayıp devesinin peşine düşen adam bu üç dervişin kendi devesini görmüş olduklarına kanaat getirmiş ve alelacele dervişlerin geldiği istikamete koşturmuş.Bulamamış adam aradığı yerlerde devesini ve ne yapması gerektiğini yine dervişlerden öğrenmek isteğiyle bu kez dervişlerin peşi sıra gitmiş. Anlayış sahibi üç ermişi akşam üzere bir istirahat menzilinde eliyle koymuş gibi bulmuş. Yine sorular karşısında kalmış adam: “Devenin bir yanında bal, öte yanında mısır mı yüklüydü?” demiş birincisi; adam “Evet” demiş. “Hamile bir kadın mı biniyor senin devene?” demiş ikincisi, yine “Evet” demiş adam. “Biz senin devenin nerede olduğunu bilmiyoruz” demiş üçüncü derviş. Bunun üzerine deveci, bu üç kişinin kaybettiği deveyi çaldıklarına kanaat getirmiş ve onları kadı karşısına çıkarıp başından geçenleri anlatarak üç dervişi hırsızlıkla suçlamış. Kadı, devecinin ifadesini yerinde bularak üç ermişi deveyi gasbetme suçundan hapse atmış.Kısa bir süre sonra adam devesini arazide başıboş dolaşırken bulmuş ve dervişlerin salıverilmelerini temin maksadıyla mahkemeye başvurmuş. Daha önce dervişlerin kendi durumlarını izah etmeleri için bir fırsat tanımayı hiç aklına getirmemiş olan kadı, onlardan nasıl olup da deveyi hiç görmedikleri halde deve hakkında bu kadar çok şey biliyor olmalarını açıklamalarını istemiş. Dervişler, yolda devenin ayak izlerini gördüklerini, izlerden birinin silik oluşunun devenin bir bacağının topal oluşuna delalet ettiğini; yolun yalnızca bir yakasından ot yemiş olmasının tek gözünün körlüğüne delil olabileceğini; ısırdığı yaprakları yırttığına göre ön dişlerinden birinin eksik olduğunun anlaşıldığını söylemişler.“Arılar ve karıncalar yolun iki kenarında bir şeylere üşüşmüşlerdi. Bunların bal ve mısır olduğunu gördük. Bir konaklama yerinde çalılara takılmış uzun insan saçı gördük, devenin üstündeki kadındı. Yerde el ayası izi vardı, ancak doğumu yakın hamile bir kadın elini yere dayayıp otururdu.”“Bütün bunları hırsızlıkla suçlandığınız zaman kendinizi temize çıkarmak üzere neden söylemediniz?”“Çünkü devecinin devesini aramaktan vazgeçmeyeceğini ve onu çok çabuk bulabileceğini göz önüne aldık. Keşfettiği gerçeği ahlaki bir olgunlukla perçinleyecekti. Bizim salıverilmemiz için harekete geçerek cömertliğin, sorumluluk hissine sahip olmanın zevkini tadacaktı. Hadisenin göründüğünden farklı cereyan ettiğini gören kadı ise gözünde mantık yollarına güvenerek kestirmeden hükme varmanın değerinin düştüğünü görecek ve bir arayışa koyulmanın kıymetini takdir etmede daha üstün bir konum sahibi olacaktı. Kadı, doğru hükme varmanın tevazu ile arayışa neler borçlu olduğunu görecekti. Kendinde yargılamaya yetecek donatım olduğu zehabına kapılmanın gönül kırıklığını tadacak, birini suçlamadan veya bir iddiaya sahip çıkmadan önce kendi ölçülerini tartmanın kaçınılmazlığını kabul edecekti.”“Bizim geçirdiğimiz deneyler şunu gösterdi ki, insan hakikati ararken bir gücü, bir yargılama gücünü kendinde hıfzettiği zannına kapılmamalı. Herkes kendi kaybettiğini kendi arasın. Bu arayışta diğerleri sadece arayanın neyi kaybettiğini hatırlatabilirler. Bunu nimet bilmeli. Senin noksanını tasvir edenler, senden bir şey gasbetmiş olmaz. Neyi kaybettiysen onu sen kendin ara.

Bu yazı İsmet ÖZEL'in "Neyi Kaybettiğini Hatırla" isimli kitabından alıntıdır.

Kaynak : www.ismetozel.org

1 Ocak 2008 Salı

UMUTTAN SÖZ ETMEK İSTİYORUM / CESAR VALLEJO

Bu acıyı Cesar Vallejo olarak çekmiyorum।
Şu anda ne sanatçı, ne bir insan, hatta ne de bir canlı varlık olarak acı çekmiyorum.Bu acıyı bir Katolik, bir Muhammedî yahut dinsiz olarak çekmiyorum.Yalnızca acı çekiyorum bugün.Adım Cesar Vallejo olmasaydı da çekecektim bu acıyı। Sanatçı olmasaydım, aynı acıyı duyacaktım yine. İnsan da olmasaydım, hatta canlı varlık ta, böylesine çekecektim bu acıyı. Katolik te olmasam, tanrı-tanımaz da olmasam, Muhammedî de olmasam yine acı içinde olacaktım. Bugün en dipten başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün. Açıklamasız bir acı içindeyim şu anda. Öyle derin ki acım bir sebebe bağlanamaz, bir sebebe de bağlanamaz. Sebep ne olsun ki? Ona sebep olabilecek önemdeki şey nerede? Hiçbir şey sebebi değil, hiçbir şey ona sebep olacak güçte değil. Bu acıdan doğan şey ne işe yarar. Benim acım bir tuhaf kuşların kuzey ve güney rüzgârlarından döllenip saldıkları tarafsız yumurtalardandır. Sevdiğim kız ölseydi, acım çektiğim acı olmakta devam ederdi. Boynumu kesselerdi usturayla, ben yine şimdi duyduğum acıyı duyardım. Bu hayatta değil bir başka hayatta olsaydım çekeceğim bundan başka bir acı olmazdı. Bugün en yücelerden başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.Açların acısına bakıyorum da benimkinden nasıl da uzakta görüyorum onu. Açlıktan ölecek olsam, bir ot olsun biterdi mezarımda. Aynı şey âşıklar için de öyledir. Âşığın kanı, hangi kaynaktan ve ne yöne aktığı belli olmayan benim kanım yanında nedir ki? Şimdiye dek evrendeki her şeyin kaçınılmaz olarak baba-oğul bağlantısı içinde olduğunu düşünürdüm. Oysa bugün işte bakın ne babadır benim acım ne oğul. Batan gün olmaya tümseği yok, fazlasıyla sinesi var doğan gün olmak için ve loş bir yere konacak olsa hiç ışık salmayacak, aydınlık bir yere koysan gölgesi olmaz. Bugün acı çekiyorum, olsun ne olacaksa. Bugün acı çekiyorum yalnızca.


ÇEVİREN: İSMET ÖZEL

Kaynak: .karakutu.com