19 Ocak 2008 Cumartesi

ENTROPİYE DAİR/ OĞUZ ATAY

Günlük / Oğuz ATAY
22 Haziran 1976


Eddington'u (The Nature of the Physical World) okuyorum. Yıllar önce
okumuş olduğum 'entropi' sorunu yine ilgimi çekti. Benjamin'in Kafka'yı
anlatırken, Eddington'un sözleriyle benzetme yapması ve entropi. Einstein'a
göre milyarlarca yıl sonra evren bir ısı ölümüyle karşılaşacak -maksimum
entropiye ulaşacak. Bize ne? denebilir. Kafka'nın dehşetinde entropiyi
sezmesinin payı var. Ayrıca insan yaşarken 'sezgi' ile bu, milyarlarca yıl
sonra olacak sıcak ölümün dehşetini duyabilir. Bence en korkuncu enerjinin her
noktada aynı olması; 'Dehumanization' denilen şey gerçekte bu olmalı.
Kafka'nın insanlarında gittikçe bir ilgisizlik, farksızlık başlar. Entropi
başlar yani. Kafka evrendeki keyfi unsurun (random element) artışını sezmiş
olmalı. Kafka'nın duyduğu dehşet, metafizik bir dehşet değildi yani. Son
derece düzenli görünen, ama aslında akıl dışı olan toplumda, gerçeküstü -ya da
dışı- keyfilikler yer alır. İnsanlar evrendeki başaşağı gidişin farkındadırlar
sanki; bu yüzden bir yere ulaşılamayacağını (olumlu bir yere) bilirler.
Aslında K. (romanların kahramanı) olumlu bir tiptir; ümitlidir, savaşır
kazanamayacağını bildiği halde. Bu, asil bir savaştır. Ümitsizliğe karşı
savaştır. Entropiye karşı savaştır. Kafka'nın karşısında olanlar, aslında onun
bu derin sezgisine karşı çıkıyorlar; yani bu sezgiye sahip olmadıkları için
onu yanlış yorumluyorlar.

Entropi, bireyler için sözkonusu bir yasa değil. Toplulukları yöneten
fizik yasalarda keyfiliğin zamanla artışına dayanıyor; buna göre bireyin
entropik sezgisi topluma karşı tepkileriyle gelişebilir bence. Gene Kafka buna
örnek. Böylece Kafka'nın bireyci olmadığı, evreni algılarken 'insanın
yalnızlığı ve Tanrı karşısında güçsüzlüğü' gibi yorumların tutarsızlığı ortaya
çıkıyor. Nitekim Dostoyevski de toplumla, özellikle kendi toplumuyla derinden
ilgili. (Bizim 'inteligentici' toplumla gerçek ilişki kurmayı nasıl farklı
yorumluyorlar.)

Evrenin düzeninde keyfi eleman zaman +ì'a doğru gittikçe arttığına
göre, geriye zamanın başlangıcına doğru gidildikçe entropinin azalması ve yok
olması gerekiyor. Yani her şeyin kesin ve belirli bir düzene bağlı olduğu bir
dönem vardı. Bu Tanrının varlığını kanıtlamak için kullanılmış bir zamanlar.
(Cennet ve Cennetten kovulma da aynı esasa bağlanabilir.) Fakat ihtimal
kanunları da başlangıca doğru gittikçe nasıl kesinlik kazanır? Yani bir zar
atılınca şeş gelmesi ihtimali 1/6'dan 1'e gidebilir mi? Olamaz. Bu kesinlik
taşır. +ì zamana doğru da 1/6 yerine nasıl 1/12 olmayacaksa geriye doğru da
değişemez. Fakat böyle olunca da bu ihtimal kanunlarına bağlı keyfilik nasıl
artar ya da azalır? Ya da biz bunun artıp azaldığını nasıl bilebiliriz?

KAYNAK: .epigraf.fisek.com.tr

12 Ocak 2008 Cumartesi

İŞİN ASLINI BİLEN KİM/ İSMET ÖZEL


İşin Aslını Bilen Kim?..



Bize hitaben bilmediğimiz yabancı dilde yazılmış bir mektup elimize ulaştığında yapacağımız iş, o yabancı dili bilen ve orada neler yazdığını kendi dilimizde (veya bildiğimiz herhangi bir dilde) bize aktaracak birini arayıp bulmaktır. Böyle bir durumda işin aslını bilenin, her iki dili de anlama yeterliğini gösteren olduğunu ister istemez kabul ederiz. Aldığımız mektup kendi dilimizde ama yabancı olduğumuz bir konuda veya üslûpta yazılmışsa, o zaman konuyu bilen, üslûba aşina bir kimseye başvurmak gereğini duyarız. Bu ikinci durumda da bilgisi bizim bilgimizi aşan kişi işin aslını bilen sayılır. Demek ki işin aslını bilen deyince yabancıyı yerli kılma başarısını göstereni, uzaktakini yakınlaştırmayı sağlayanı anlıyoruz. Yani işin aslı her zaman “bize bitişik” olandır.

Bir de düşünün ki, mektup sevgilimizden gelmiş olsun. Elimizdeki yazı ne kadar okunaksız, bahsedilen şeyler ne kadar karmaşık, imalar ne derecede netâmeli olursa olsun şifreyi çözdürmek için başka bir insan aramayız. En yakın arkadaşımıza bile gidip “ne diyor bu?” diye sormayız. Yanlış anlasak dahi en yakınımızdan bize ulaşan işaretin yorumunu kendimizden başkasının eline bırakmayız. Çünkü iki sevgili arasında “işin aslını bilen” ikisinden bir başkası olamaz. Olursa o ikisi sevgili olamaz.

İnsan teki olarak gözümüzü açtığımız kainat; dış dünya, zâhir dediğimiz vakıa belli ki bize gönderilmiş bir mektuptur. İnsanoğlu önce bu mektubun kendine hitaben yazılıp yazılmadığını anlamak zorunluluğu ve hatta zorluğu ile karşı karşıya kalır. İnsanları tâbi tutacağımız ilk sınıflama kendilerini kâinat mektubunun muhatabı sayanlar ve böyle bir hitaba bigâne kalanlar olmalıdır. Muhatap dediklerimiz, hangi kültür içinde olursa olsun havâss özellikleri taşırlar. Çünkü bunlar saymayı bildikleri için sayılmayı hak edenlerdir. Diğerleri, yani kendilerine seslenildiğinden habersiz kalanlar avamdır. Onlar sürüyle sürüklenirler.

Elbette, kâinat mektubundan haberdar olmakla işin aslı bilinmiş olmaz. İkinci sınıflamamız mektubun diline yabancı kalanlar ve bu dille ünsiyet kuranları içine alır. Dile yabancı kalan kim ise, dünyadaki hayatını dünyada tesis edilmiş uzlaşmalarla yürütenler arasına girer. Onlar mektubun tercümesini bekleyerek, bu tercümeye isnat ederek yaşar. Dille ünsiyet kuranları da bir mücahede bekler; çünkü mektubu anlamak her anlayanın ferdî mesuliyetini gerektirir.
Tasnifimizin üçüncüsü dile aşina olanların ikiye ayrımı yoluyla yapılır. Ferdî mesuliyetini kabul edenlerin bazıları, kendilerini aldıkları haberin çerçevesinde terbiye etmeye bırakmışlardır. Diğer bazıları ise ferdî mesuliyetlerini gitgide daha ferdî kalma yolunda yerine getireceklerine inandıklarından “konu” dışı kalırlar. Bir bakıma yaptığımız insan tasnifinin daireye, iç içe çemberlerden oluşan bir daireye benzediğini söyleyebiliriz. Dairenin merkezinde “aşk” vardır. İnsanlar uzaktan veya yakından gönlün etrafında dönerler. İşin aslını en iyi bilen işin içinde olandır.

Başlangıçtan bu yana insan etkinlikleri işin aslını bilmeye yönelmiş halde devam edegelmiştir. Sanatçılar, filozoflar, bilim adamları, yüzyıllar-binyıllar boyunca kâinat mektubunu okumayı bilen kişiler sayılarak toplum içinde yer sahibi oldular. Onların dile getirdiklerine bakarak insanlar kendilerine bir mektup gönderildiğinden haberdar oldu; insanlar bazen sanatın, felsefenin, bilimin verimleriyle kâinat mektubunun doğru anlaşıldığını, en azından bu yolda bir mesafe kat edildiğini kabul ettiler. Oysa kâinat kendini zâhir olarak sunuyor ve insanlara görünenden geçerek görünmeyene ulaşma imkânı olarak insanlara hitap ediyordu. Kâinat mektubunu okuma iddiasında bulunan sanatçı, filozof, bilim adamları, eserleriyle zâhire zâhir kattılar. Bilim, felsefe, sanat birer dünya kurarak kendi anlaşılma gereklerini kâinat mektubunun karşısına koydu. İnsan elinden çıkma bir işaretler silsilesi asıl işaretin yerini tutacak bütünlükleri temsil eder oldu. Bilim, kâinat mektubunun bilmediğimiz bir yabancı dilde yazıldığını varsayarak mektubu ancak küçük bir azınlığın anlayacağı bir insan diline tercüme etti. Felsefe kâinat mektubunda anlaşılmayan hususun konuya ilişkin olduğunu kabullenerek, mektuptan anlaşılabilir bir başka konu çıkarma girişiminde bulundu. Sanat ise kâinatın insanüstü üslûbunun ulaşılamazlığını görerek anlaşılmaya değer bir farklı insanî üslûp ortaya koydu. Böylece bilim bir dil kurdu, felsefe bir konu ortaya attı, sanat biçim geliştirdi.

İşin aslının zâhiri bâtınla irtibatlı kılmak suretiyle bilinebileceğini sâliklerine gösteren, yüzyıllar- binyıllar boyunca yalnızca din oldu. Din, kâinatın mektubuna bütün insanların teker teker muhatap olmaları yolunu açıyor; yaratılmış olanın yaratıcı ile olan irtibatının herhangi bir dolayımdan geçmesini öngörmüyordu. Kâinatın mektubu yalnızca bir hitap olarak kalabilecekse ve bir hitap olarak işlevini yerine getirebilecekse insandan bir dalganın yükselmesi, harekete geçmesi gereklidir. Böyle bir yükselişi, böyle bir atılışı bir başka insan, bir ayrı yapı, bir kurum insan adına ve insan lehine olarak üstlenemez. Yani sevgilinin yazdığı mektubun sevgili tarafından anlaşılmasından daha uygun bir yol bulunamaz. Zâhir ile bâtın arasındaki uyumu, var’la yok arasındaki ilişki tadılır kılabilir. Dinin teklif ettiği teslimiyet bütün yanılgıları aşarak görünenin ötesini gözlemleme yolunu açar. Yoksa teslimiyet dediğimiz kendi kendini zorunluluk içinde hoşnutsuzluk veren yanılgılara sırtını dönerek, gönüllü bir yanılgıya dalıvermek değildir.

Bilim, felsefe, sanat da insan için bir takıntı, kendi mevcudiyetinin bir dayatması olmadıkları yerde, yani kişioğlundan bâtınî bir dalganın yükselmesine hız kazandırdıkları ölçüde yararlı bir görev üstlenebilirler. Ne var ki bu yarar insan için ulaşılacak yer olduğunu hatırlatmakla sınırlıdır. Ulaşılacak yerin neresi olduğunu bildirme, gönül imkânının sahiciliğini tattırma gücü ve yumuşaklığı sadece din alanındadır.


(Tahrir Vazifeleri'nden)


KAYNAK: www.ismetozel.org

7 Ocak 2008 Pazartesi

NEYİN KAYBOLDUYSA KENDİN ARA İSMET ÖZEL

Nedir bu kaybolan nesnelerden alıp veremediğin diye soracak olursanız, size varoluşun anlamının kaybolanı aramada saklı olduğunu söyleyebilirim। İnsanoğlu yeryüzündeki uyanışına yaratılmış olduğunu farkederek varır. Ama iş burada bitmez, burada başlar. Çünkü yaratılmış olmayı kavramak aynı zamanda kişinin noksanını bilmesi demektir. Bu da bir arayışı gerektirir. Nedir noksan? Nasıl, neyle giderilir? Kaybolduğunu hissettiğimiz ister heybe olsun, isterse deve, arayış başlamıştır; büyük arayış. Hikayemizde devesini kaybeden bir adam var. Bu adam devesini ararken yüksek düzeyde anlayış yeteneğine sahip üç dervişe rast gelmiş. Üç müdrik diyelim onlara. “Devemi kaybettim” demiş dervişlere; “Onu siz gördünüz mü?” Dervişlerin ilki; “Bir gözü kör müydü devenin?” diye sormuş. Adam sevinçle “Evet!” diyerek cevaplamış bu soruyu. İkinci dervişin “Ön dişlerinden biri eksik miydi?” sorusu karşısında devesini kaybeden adam heyecanlanarak “Evet, evet” demiş. Dervişlerden üçüncüsü “Bir ayağı topal mıydı?” diye sorar sormaz “Evet, evet” cevabını yapıştırmış. “O halde” diye konuşmuş dervişler, “Sen deveni bizim geçtiğimiz güzergâh üzerinde ararsan iyi edersin, onu bu yolda bulma ümidi vardır.” Kayıp devesinin peşine düşen adam bu üç dervişin kendi devesini görmüş olduklarına kanaat getirmiş ve alelacele dervişlerin geldiği istikamete koşturmuş.Bulamamış adam aradığı yerlerde devesini ve ne yapması gerektiğini yine dervişlerden öğrenmek isteğiyle bu kez dervişlerin peşi sıra gitmiş. Anlayış sahibi üç ermişi akşam üzere bir istirahat menzilinde eliyle koymuş gibi bulmuş. Yine sorular karşısında kalmış adam: “Devenin bir yanında bal, öte yanında mısır mı yüklüydü?” demiş birincisi; adam “Evet” demiş. “Hamile bir kadın mı biniyor senin devene?” demiş ikincisi, yine “Evet” demiş adam. “Biz senin devenin nerede olduğunu bilmiyoruz” demiş üçüncü derviş. Bunun üzerine deveci, bu üç kişinin kaybettiği deveyi çaldıklarına kanaat getirmiş ve onları kadı karşısına çıkarıp başından geçenleri anlatarak üç dervişi hırsızlıkla suçlamış. Kadı, devecinin ifadesini yerinde bularak üç ermişi deveyi gasbetme suçundan hapse atmış.Kısa bir süre sonra adam devesini arazide başıboş dolaşırken bulmuş ve dervişlerin salıverilmelerini temin maksadıyla mahkemeye başvurmuş. Daha önce dervişlerin kendi durumlarını izah etmeleri için bir fırsat tanımayı hiç aklına getirmemiş olan kadı, onlardan nasıl olup da deveyi hiç görmedikleri halde deve hakkında bu kadar çok şey biliyor olmalarını açıklamalarını istemiş. Dervişler, yolda devenin ayak izlerini gördüklerini, izlerden birinin silik oluşunun devenin bir bacağının topal oluşuna delalet ettiğini; yolun yalnızca bir yakasından ot yemiş olmasının tek gözünün körlüğüne delil olabileceğini; ısırdığı yaprakları yırttığına göre ön dişlerinden birinin eksik olduğunun anlaşıldığını söylemişler.“Arılar ve karıncalar yolun iki kenarında bir şeylere üşüşmüşlerdi. Bunların bal ve mısır olduğunu gördük. Bir konaklama yerinde çalılara takılmış uzun insan saçı gördük, devenin üstündeki kadındı. Yerde el ayası izi vardı, ancak doğumu yakın hamile bir kadın elini yere dayayıp otururdu.”“Bütün bunları hırsızlıkla suçlandığınız zaman kendinizi temize çıkarmak üzere neden söylemediniz?”“Çünkü devecinin devesini aramaktan vazgeçmeyeceğini ve onu çok çabuk bulabileceğini göz önüne aldık. Keşfettiği gerçeği ahlaki bir olgunlukla perçinleyecekti. Bizim salıverilmemiz için harekete geçerek cömertliğin, sorumluluk hissine sahip olmanın zevkini tadacaktı. Hadisenin göründüğünden farklı cereyan ettiğini gören kadı ise gözünde mantık yollarına güvenerek kestirmeden hükme varmanın değerinin düştüğünü görecek ve bir arayışa koyulmanın kıymetini takdir etmede daha üstün bir konum sahibi olacaktı. Kadı, doğru hükme varmanın tevazu ile arayışa neler borçlu olduğunu görecekti. Kendinde yargılamaya yetecek donatım olduğu zehabına kapılmanın gönül kırıklığını tadacak, birini suçlamadan veya bir iddiaya sahip çıkmadan önce kendi ölçülerini tartmanın kaçınılmazlığını kabul edecekti.”“Bizim geçirdiğimiz deneyler şunu gösterdi ki, insan hakikati ararken bir gücü, bir yargılama gücünü kendinde hıfzettiği zannına kapılmamalı. Herkes kendi kaybettiğini kendi arasın. Bu arayışta diğerleri sadece arayanın neyi kaybettiğini hatırlatabilirler. Bunu nimet bilmeli. Senin noksanını tasvir edenler, senden bir şey gasbetmiş olmaz. Neyi kaybettiysen onu sen kendin ara.

Bu yazı İsmet ÖZEL'in "Neyi Kaybettiğini Hatırla" isimli kitabından alıntıdır.

Kaynak : www.ismetozel.org

1 Ocak 2008 Salı

UMUTTAN SÖZ ETMEK İSTİYORUM / CESAR VALLEJO

Bu acıyı Cesar Vallejo olarak çekmiyorum।
Şu anda ne sanatçı, ne bir insan, hatta ne de bir canlı varlık olarak acı çekmiyorum.Bu acıyı bir Katolik, bir Muhammedî yahut dinsiz olarak çekmiyorum.Yalnızca acı çekiyorum bugün.Adım Cesar Vallejo olmasaydı da çekecektim bu acıyı। Sanatçı olmasaydım, aynı acıyı duyacaktım yine. İnsan da olmasaydım, hatta canlı varlık ta, böylesine çekecektim bu acıyı. Katolik te olmasam, tanrı-tanımaz da olmasam, Muhammedî de olmasam yine acı içinde olacaktım. Bugün en dipten başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün. Açıklamasız bir acı içindeyim şu anda. Öyle derin ki acım bir sebebe bağlanamaz, bir sebebe de bağlanamaz. Sebep ne olsun ki? Ona sebep olabilecek önemdeki şey nerede? Hiçbir şey sebebi değil, hiçbir şey ona sebep olacak güçte değil. Bu acıdan doğan şey ne işe yarar. Benim acım bir tuhaf kuşların kuzey ve güney rüzgârlarından döllenip saldıkları tarafsız yumurtalardandır. Sevdiğim kız ölseydi, acım çektiğim acı olmakta devam ederdi. Boynumu kesselerdi usturayla, ben yine şimdi duyduğum acıyı duyardım. Bu hayatta değil bir başka hayatta olsaydım çekeceğim bundan başka bir acı olmazdı. Bugün en yücelerden başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.Açların acısına bakıyorum da benimkinden nasıl da uzakta görüyorum onu. Açlıktan ölecek olsam, bir ot olsun biterdi mezarımda. Aynı şey âşıklar için de öyledir. Âşığın kanı, hangi kaynaktan ve ne yöne aktığı belli olmayan benim kanım yanında nedir ki? Şimdiye dek evrendeki her şeyin kaçınılmaz olarak baba-oğul bağlantısı içinde olduğunu düşünürdüm. Oysa bugün işte bakın ne babadır benim acım ne oğul. Batan gün olmaya tümseği yok, fazlasıyla sinesi var doğan gün olmak için ve loş bir yere konacak olsa hiç ışık salmayacak, aydınlık bir yere koysan gölgesi olmaz. Bugün acı çekiyorum, olsun ne olacaksa. Bugün acı çekiyorum yalnızca.


ÇEVİREN: İSMET ÖZEL

Kaynak: .karakutu.com